Cherreads

Chapter 105 - 5

Yollar nihayet pazar yerine açıldı. Dün gece olduğundan daha kalabalıktı. Yığınla insan, at arabaları, çuvallarla dolu tezgâhlar… Bir tarafta kumaş satıcıları, diğer tarafta seyyar aşçılar, tandır ekmeği pişiren kadınlar ve yüksek sesle seslenen çığırtkanlar. "Taze balık geldi!", "İşte en iyi buğday burada!" diye bağıranlar, pazarın uğultusunu oluşturuyordu. Moneric, "Ben şu tarafa gidiyorum," diyerek sepetini taşıdığı yönde uzaklaştı. Yonari de ortama iyice ayak uydurmak için insanların arasına karıştı.

İlerlerken, farklı tezgahtan gelen baharat kokuları burnuna çarptı. Tarçınımsı tatlı bir koku, sonra kesif bir soğan kokusu… Bir yandan bakıyordu ama hâlâ neyin ne olduğunu, bu insanların ne tür para birimi kullandığını anlamıyordu. Dikkatlice çevresini süzerken, bir adamın seslendiğini duydu: "Pademiyadan geldi bunlar! Harika kumaşlar, en sağlam dokumalar bende!" Adamın boynunda asılı, renkli iplerden yapılmış bir kolye vardı. Yüksekçe bir tezgâhın arkasında duruyordu. Tezgâhta gözüken kalın keten ruloları, desenli ince şallar ve farklı renkte kumaşlar vardı. Yonari, "Pademiya neresi ki?" diye merak ederek yaklaşmaya kalkıştıysa da, adam başka müşterilere yönelerek yüksek sesle malını övmeye başladı.

Kalabalık ve hengâmenin içinde, Yonari insanların alışverişte kullandığı para birimini izlemeye koyuldu. Birkaç kişi, kare biçimli, güneş motifli metal parçalarını tezgâhtara uzatıyordu. Bu küçük bloklar, bronz rengi ve ortasında hafif kabartmalı güneş simgesine sahipti. Değişik büyüklüklerde olduklarını, bazılarının kenarlarında sayılar veya harflere benzer işaretler olduğunu gördü. "Herhalde bu diyarın madeni parası bu," diye düşündü. Birden göğsünün altına sakladığı büyü kristalini hatırladı. Duraksayarak kendini kalabalıktan biraz uzak bir kenara çekti, avuç içini göğsünün üzerine bastırarak kristale dokundu.

Kendi kendine mırıldandı: "Akademide öğretilen basit nesne kopyalama tekniği… Belki bir illüzyon da olsa, şu paradan bir miktar elde edebilirim." Tek endişesi, bu büyünün çok da güçlü olmayışı ve gerçek parayla karıştırılıp karıştırılamayacağıydı. Ama açlıktan ölmemek için başka çaresi yoktu. Gözlerini kısarak hafifçe nefes aldı, kristalin içindeki enerjiyi eline çağırdı. Sonra dizlerini hafifçe büktü, elini yerdeki toza doğru uzattı. Çok hafif, neredeyse görünmez bir titreşim hissetti; toz, parmaklarının arasında uğulduyormuş gibi oldu. Güneş sembollü kare metalin şeklini ve boyutlarını zihninde canlandırdı, oradaki kabartıyı, kenardaki işaretleri kopyalamaya çalıştı. Elini kaldırdığında, avucunda birkaç tane sanki "para" görünümünde nesne belirmişti. Rengi biraz soluktu, sanki tam metalik parlaklığı yakalayamamıştı, ama ilk bakışta yanılgı yaratabilecek gibiydi.

Özgüveni yarım yamalak da olsa artmış şekilde, "En azından ufak tefek alışveriş için iş görür," diye düşündü. Kristali fazlaca harcamaması gerektiğini biliyordu; çünkü bu dünyada büyü kullanımının sonuçları ve kuralları ona tamamen yabancıydı. Hem de kristalin gücü sınırlıydı—har vurup harman savurmaya niyeti yoktu.

Biraz ilerleyince, küçük bir tezgâhta sırayla dizili, yuvarlak şekilli hamur işi yiyecekler gördü. Altın rengi kabuklu, üstü hafif kepekli gibi duran, ortasına da peynir veya benzeri bir dolgu konmuş olabilir. Sıcağı tüter gibi geliyordu burnuna. İştahla yutkundu. Tezgâhın arkasındaki adam, kirli sakallı ve kaba saba yapılı biri, "Şerefine, taze çörekler!" diye çağırıyordu.

Yonari yaklaştı, "Bunlar yeniyor mu?" diye sordu, hafif bir saf merakla. Adam, onunla dalga geçildiğini sanarak önce ters ters baktı. "Elbette yeniyor, burada baklava tepsisi mi bu sence? Bu bir çörek!" Sonra bir tanesini eline aldı ve sertçe Yonari'ye fırlattı. "Dene bakalım, yeniyor muymuş!" diye mırıldandı. Yonari, havada yakalayamadığı çöreği yere düşmekten son anda kurtardı ve biraz ürkekçe ağzına götürdü. Tadı gayet lezzetliydi—içinde hafif bir peynirle karışık baharat vardı. Dişlerine hamurun sıcacık yumuşaklığı değince karnının ne kadar aç olduğunu bir kez daha hatırladı. Adam kendi kendine homurdandı, "sabah sabah komik biri geldi," diye. Ama Yonari'nin çöreği gerçekten ilk defa tattığı belliydi.

"Teşekkür ederim…" diyerek, cebindeki "kopya para"lardan birini uzattı. Adam, metal parçasını aldı, fazla incelemeden kenara attı. "Ha, peki. Sen de bu kadarla git hadi," diyerek elini salladı. Görünüşe göre Yonari'nin illüzyonvari parası, bu kez bir sorun yaratmamıştı.

Tezgahtan ayrılıp biraz daha dolaşırken, kalabalığın arasından tiz bir ses yükseldi. "Duyduk duymadık demeyiiin! Bugün, günbatımına yaklaşmadan evvel, Adak Sunağı'nda büyük tören yapılacak! Prens Volric ve Kral Elmont Bravegod şerefine, savaştaki zaferi kutlamak üzere tüm halk Sunak Meydanı'nda toplansın!" Bir çığırtkan, elindeki çan benzeri aleti defalarca çalarak duyuruyu yineliyordu. Yanında iki-üç kişi daha benzer şeyler bağırıyor, "Büyük adak töreni, kanlı sunu, kayıplar için ruhsal arınma!" diye sesleniyordu. Yonari, "Kanlı sunu mu?" diyerek içinden geçirdi. Aklına dün gece duyduğu "Adak Sunağı" ile ilgili belirsiz bilgiler geldi. Moneric'in "Tamul Krallığı gelenekleri"nden bahsettiği anımsadı. İçini bir tedirginlik kapladı ama yine de merak etmeden edemiyordu. İnsanlar, sanki bir festival varmış gibi akın akın o tarafa ilerlemeye başlamıştı.

O sırada, öğle saatleri yaklaşırken, saray tarafından çan benzeri vuruşların sesleri yayıldı. İnsanlar ellerindeki işlerini bırakıyor, kimisi tezgâhını kapatıyor, kimisi çocuğunu kolundan tutup sürüklüyor, kimisi de elindeki yükleri bir köşeye atıp çekinmeden Sunak Meydanı'na doğru yürüyorlardı. Yonari, bir noktada Moneric'i gözleriyle aradı, kadını göremeyince "Sanırım ben de bu halka katılayım, ne olduğunu göreyim," diye düşündü. Böylece, kalabalığın peşinden harekete geçti.

Tamul Sarayı'nda ise o sırada bambaşka bir telaş hâkimdi. İki gün önce gerçekleşen çetin çarpışmada elde ettikleri zaferin ardından, kral Elmont Bravegod ve oğlu Prens Volric, kazandıkları başarıyı kutlamak ve ölen askerlerin ruhlarını onurlandırmak üzere bir dizi ritüel hazırlıyordu. Kral Elmont, uzun boylu, güçlü yapılı bir adamdı. Sakalları beyazlaşmaya başlamış, saçları ise tamamen kırlaşmış olsa da gözlerindeki güç ve zekâ hâlâ dimdik ayakta olduğunu gösteriyordu. Geniş omuzlarını sarmalayan zırhının önünde, Tamul'un güneş şeklindeki sembolü işlemeli bir madalyon gibi asılı duruyordu.

Prens Volric, babasının huzuruna girerken son hazırlıklarını tamamlamış görünüyordu. Üzerinde çimen yeşili ve altın işlemeli, parlak zırhı vardı. Gerçi zırhının yüzeyinde son savaştan kalma ufak tefek çizikler, darbeler görünse de, genel haliyle son derece gösterişliydi. Kalın omuz korumalarında, babasıyla uyumlu olarak güneş desenlerinin kabartmaları yer alıyordu. Volric içeri girdiğinde, Kral Elmont çoktan tahtında oturuyor, etrafındaki soylu danışmanlarla konuşuyordu. Tahtın arkasında iki uzun bayrak direği yükseliyor, bayrakların üstünde Tamul Krallığı'nın sembolü olan güneş ve kılıç motifi işlenmiş bulunuyordu.

Volric, diz çökerek selam verdi. "Babam, Kral Elmont Bravegod. Halk hazır gibi. Haberciler ve çığırtkanlar şehirde duyuruya çıktılar. Adak töreni için Sunağı hazırlıyorlar. Ateş çukuru ve çarkın bakımı tamamlandı. Ölüler de getirilecektir. Emriniz nedir?"

Kral Elmont, birkaç saniye derin derin düşündü. Yüzünde savaşın yorgunluğuna rağmen inatçı bir kararlılık vardı. "Dostlarımıza, tanrılara, bize bu zaferi bahşeden atalarımıza şükran sunacağız," dedi tok sesiyle. "İnsanlar görmeli ki Tamul Krallığı güçlü ve bir o kadar da geleneklerine bağlı. Renot sürüleri bir daha buralara dönmeye cesaret edemesinler. Sembolik de olsa kan dökülecek, ölülerimiz de ateşin kollarında göğe yükselecek. Sen de adak töreni sırasında yanımda ol. Halkın seni görmeye ihtiyacı var."

Volric başını eğerek, "Evet babam," diye yanıtladı. Emir derhâl tüm saray görevlilerine iletildi. Rahipler, Adak Sunağı'na gidip hazırlıklara başlayacak, büyük çarkı döndürecek kollu mekanizmayı kuracak, ateş çukurunun yakılmasını organize edeceklerdi. Bir de canlı adak sunulacağı söylentisi vardı; muhtemelen saray zindanından uygun bir kurban çıkarılacaktı. Böyle acımasız bir ritüel, Tamul kültürünün en sert dönemlerinden kalma bir görenekti; özellikle kan dökülmesi gerektiğine "çark" karar verirse, işler ciddileşiyordu.

Kısa sürede, saray muhafızlarıyla birlikte Kral Elmont, Prens Volric ve önde gelen soylular, kızıl binanın bulunduğu geniş meydana doğru yola çıktılar. Sokaklarda zafer marşını anımsatan davul sesleri yankılanıyor, meşaleler gündüz vakti bile yakılmış olmasına rağmen törensel bir ambiyans yaratıyordu. Halk, heyecanla yol kenarlarında toplanmış, kimisi kutsal sözler fısıldıyor, kimisi gururla başını dik tutan prensin adını haykırıyordu.

Adak Sunağı, kızıl taşlardan yapılmış, kavisli duvarları ve tepesindeki iki sütun uzantısıyla uzaklardan bile seçilen görkemli bir yapıydı. Onun hemen önünde geniş bir platform bulunuyor, platformun ortasında ise üzerinde devasa bir çarkın yatay biçimde sabitlendiği o meşhur alan vardı. Bu çarkın çevresinde bir dizi sembol, hayvan figürleri ve insan kafası gibi çeşitli motifler oyulmuştu. Ayrıca kılıç ve güneş, Tamul Krallığı'nın en bilinen amblemleri, çarkın dış halkasında yer alıyordu. İç halkalarda ise ruhlara, tanrılara veya atalara atfedilen farklı şekiller sıralanıyordu.

Halk, bu platformun çevresinde toplanıyor, rahipler binanın tepesine çıkan merdivenleri dizilip dualar okuyordu. Yerde, ölen askerlerin sıralandığı sedyeler yerleştirilmişti. Bu bedenlerin çoğu, son savaştan arda kalanlardan ibaretti; kiminin üstü örtülü, kiminin yüzü açıktaydı. Yakınları gelenler hıçkırıklar içinde, "Dinlenin, tanrılar sizi bekliyor," diye fısıldıyordu.

Yonari de kalabalığın arasında, bir sütun gölgesinde durup olanları dikkatle izliyordu. Dün bahsettikleri törenin bu kadar sert ve kanlı geçeceğini tahmin etmemişti. Sesler yükselmeye başlayınca, Kral Elmont ve Prens Volric, sunağın en üst kısmına çıktılar. Rahip kordonları, ellerinde uzun asalar ve tütsü dolu kaplar taşıyor, havada kesif bir baharat ve is kokusu dolaştırıyordu. Sonra Kral, sert bakışlarıyla kalabalığa doğru seslendi:

"Ey Tamul Krallığı halkı! Bu savaşta kazandığımız zafer, yalnızca silahlarımızın gücüyle değil, tanrılarımızın ve atalarımızın desteğiyle elde edildi. Mevsim dönüyor, topraklarımızı yeşerten gün ışığı yeni bir döneme giriyor. Bu yeni mevsimde zaferi kutluyor, canlarını veren evlatlarımızın ruhlarını uğurluyoruz. Tanrılara şükranımızı sunmak için buradayız. Şimdi çark çevrilecek ve tanrılar hangi adakla bizden ne istiyorsa karar verecek!"

Kalabalık bir uğultu kopardı; bazıları Tanrı Feya'yı, bazıları Tanrı Bael'i zikrediyor, kimisi ise "Muan, bu sefer bizden kurban isteyebilir," diye fısıldıyordu. Yonari, "Gerçekten de tanrılar bu şekilde mi karar veriyor?" diye dehşetle düşünürken, bakışlarını kalabalığın geri kalanından ayırmamaya çalıştı.

Kral'ın emriyle binanın iki yanındaki kol mekanizmalarını çeviren dört görevli, dev çarkı döndürmeye koyuldu. Önden yavaşça başlayan bu dönüş, kısa sürede hızlanmaya başladı. Halk, ellerini havaya kaldırmış, mırıldanarak dualar okuyordu. Kimileri kollarını çapraz yaparak tekrarlanan kelimeler fısıldıyor, kimileri diz çöküyor, kimileri ise çarkın baş döndürücü dönüşüne bakarak kendinden geçiyor gibiydi. Gittikçe hızlanan çark, sembollerin seçilemeyeceği kadar bulanık görünüyor, rüzgârda uğultu yaparcasına ses çıkarıyordu.

Bir süre sonra Kral Elmont elini havaya kaldırdı ve "Bırakın!" diye haykırdı. Mekanizmayı çevirenler kolları serbest bıraktılar. Çark, birkaç dakika daha kendi ivmesiyle döndü, yavaş yavaş salınmaya başladı. Tüm meydan, nefesini tutmuş gibi sessizleşti. Hangi sembolde duracağı, nasıl bir adak gerektiğini belirleyecekti.

Nihayet çark, gıcırdayan seslerle hız keserek, ağır ağır durakladı… Sonunda ibre, insan kafası şeklindeki sembolün üzerinde sallanarak sabitlendi. Kalabalıktan bir inilti dalgası yükseldi; pek çok kişi "Muan… Tanrı Muan insan kanı ister…" diye mırıldandı. Rahipler ise bu durumu kutsal bir gelişme gibi karşılayarak daha da coşkuyla dualarını yükselttiler.

Kral Elmont, yüzünde katı bir ifadeyle başını salladı. "Muan kararını verdi. Kan akmalı. O halde ölülerimizle birlikte bir canlı da tanrılara sunulacak. Ateş çukuru açılsın!" diye gürledi.

Bu emirle birlikte, kızıl binanın ortasındaki büyük kapaklar gıcırtıyla açıldı. Halkın görebilmesi için mekanik kollar yardımıyla bir platform yukarı doğru kaydı ve ortada devasa bir çukur belirdi. İçinde odun kütükleri, yağ fıçılarının dökülmesiyle alevlendirilmeye hazır bir düzenek mevcuttu. Ustabaşı görünümlü rahipler, hızlıca meşalelerini tutuşturdu ve oradaki ateşi anında parlatacak hazırlıklar yaptılar.

"Şimdi ölü bedenleri getirin!" diye haykırdı saray muhafızlarından biri. Tek sıra halinde sedyeler taşındı. Akrabalar, yakınlarını son kez görenler hıçkırarak ağlıyor, bazıları diz çöküp yere kapanıyordu. Ardından Kral, "Canlı adağı getirin!" deyince, zırhlı askerler yan taraftaki bir kapıdan kelepçeli bir adamı sürükleyerek getirdiler. Sıska, korku dolu gözlere sahip bu kurban, muhtemelen sarayın zindanlarından ya da savaş esiri olarak ele geçirilmiş biriydi.

Yonari, dehşetle baktı. Kalbi küt küt atıyor, midesinde korkunç bir bulantı hissediyordu. "Gerçekten canını mı alacaklar?" diye kendi kendine sordu. Fısıltıyla çevresindekilere bakındı ama herkes son derece coşkulu veya katı bir ciddiyet içinde töreni izliyordu. Hatta bazıları "Muan tanrıya hürmet olsun!" diye haykırıyor, kollarını kaldırıyordu.

Muhafızlar, canlı kurbanı kalabalığın ortasına çektiler. Rahip, uzun bir törensel kılıç çıkardı. Geniş, kemik saplı, keskin bir aletti. Kurbanı dizlerinin üstüne bastırdılar. Kral Elmont, yüksek sesle "Tanrı Muan'ın adını yüceltelim. Kan akınca, bu toprakların ve ruhların arınması tamamlanacaktır," diye haykırdı. Ardından kılıç havaya kalktı.

Yonari, istemsizce geri adım attı. Kanını donduran bir sahneydi. Bütün kalabalık "Ohh!" diye heyecan içinde bir nevi coşkunun doruğuna varmışken, kılıç süratle inerek kurbanın boynunu kesip başını yana düşürdü. Taze kan, pıhtılaşmaya fırsat bulamadan sunağın taş zeminine aktı, oradan da dev çukura doğru süzüldü. Sanki bir anda bağırışlar, dualar ve alkışlarla ortalık çalkalandı. İnsanlar, "Muan doydu! Muan doysun!" diye çığlık atıyor, rahipler de meşalelerle ateşe yaklaşıyordu.

Önce ölü bedenleri, ardından da canlı kurbanın kanlı cesedini çukura taşıdılar. Odunlara dökülmüş özel yağ hemen tutuştu. Alevler büyük bir hışımla yükselerek, çukurun ağzından dışarıya turuncu bir parlaklık saçtı. Gökyüzüne kara dumanlar yükseliyor, yanık etin kesif kokusu hızla tüm alana yayılıyordu. Yonari, burnunu tutarak geriledi. Midesi bulanıyor, gözleri doluyor, bu vahşetin ortasında kendini kaybediyor gibiydi.

 

Tam başını çevirip koşarak uzaklaşacakken, omzuna hafifçe biri dokundu. Bu, dün tanıştığı pazar köşesindeki yaşlı bir kadındı, belki de Moneric'in bir komşusu. "Yapma, dikkat çekme," diye fısıldadı Yonari'ye. "Tören sürerken kaçma, başını çevirmek saygısızlık sayılır. Belaya girersin."

Yonari, dehşet içinde kalmış gözlerle kadına baktı. "Böyle bir şeyi nasıl kabul ediyorsunuz? Bu korkunç!" diye kısık sesle karşı çıktı. Kadın sadece başını iki yana salladı. "Burası Tamul Krallığı… Gelenek bu. Ve biz tanrılarımızın gazabından korkarız. Sessiz ol, izlemeye devam et."

Yonari, dişlerini sıkarak, meşalelerin alevlerinde kavrulan bedenlere bir an daha bakmak zorunda kaldı. İçten içe "Bunlar vahşet, bunlar anlamsız… Buraya nasıl düştüm?" diye hıçkırmamak için kendini zorluyordu. Etrafındaki kalabalıksa sevinçle bağırıyor, dualar ve ilahilerle seslerini yükseltiyor, adeta dans eder gibi kollarını havaya kaldırıyorlardı. Çarkın durması, Muan'ın kan istediğinin göstergesi olmuş, kendilerine göre bu görev yerine getirilmişti.

More Chapters